1992 - 1997 yıllarında S.Ü. Kampüs Camii İmam Hatibi iken, Müslüman Gencin El Rehberi 3 adlı eserimiz yayınlanmış ve "Sünnet'in Önemi ve Saldırılara Cevaplar" adında uzun bir bölüm de yazmak ihtiyacını hissetmiştik.
Bu bölümü o yıllarda Selçuk Dini Yüksek İhtisas'a devam ettiğim için, Hadis alimi muhterem Nureddin Boyacılar hocama okumuş ve onayını almıştım. Cenab-ı Hakk kendisine sağlıklı ömürler versin.
Demek ki Sünnet'e saldırılar o yıllarda açıkça yapılmaya başlanmış ve bir cuma namazında 10 bini geçen gençliğimizi bu konuda hem bilgilendirmiş ve hem de bu eserle kalıcı bir bilgi aktarmak isteyerek uyarmıştık. Tabii ki binlercesini bizzat ellerine teslim ettik Elhamdülillah. Bu konuda destek sağlayan kardeşlerimizden Rabbimiz razı olsun. Sonraki yıllarda bu konuda müstakil iki kitap daha çıkarmak nasip oldu ki, yine gündemi takibin bir neticesi idi.
Aradan geçen 30 yıla yakın zamanda bunu, günbegün artırdılar ve içimizden kazandıkları adamlarla adeta ayyuka çıkardılar. Maalesef nice gençler dahil, pek çok insanımızı zehirlediler ve zehirlemeye devam ediyorlar. Bu konuda ulemanın yıllarca sessiz kalması ise, büyük bir vebal olarak zihinlerde yer alacaktır. Ne yazık ki ateş bacayı sarmış ve temele doğru inmiştir. Hala bir şeyler yapmak için imkân vardır tabii ki. Onlara kısa ve özlü videolarla cevap verilmelidir. Zira şu anda sosyal medya savaş alanıdır. Cihad ilk anda burada olmalıdır. Bu gerçeği görememek ise büyük felakettir.
SÜNNET OLMAZSA KUR'AN YAŞANAMAZ!
Bilinmelidir ki, Sünnet olmadan Kur'an yaşanamaz. Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bizzat yaşayışlarıyla göstermişlerdir. Bunu bilen ve Kur'an'ı başka türlü bertaraf edemeyeceğini anlayan düşmanlar, Sünnet'i hedef almışlar ve bunun için de 'Kur'an'a uyalım, Kur'an yeter" sloganını ortaya çıkarmışlardır. Bunun için mealler çıkarmışlar ve bunun sonucunda her kafadan bir ses çıkar hale gelmiştir. İşte bu büyük bir fitnedir.
TASAVVUF NEDİR?
Tasavvuf ise, Sünnet'in yaşanmış hali olarak tarihte yerini almıştır. Efendimiz s.a.v'in bizzat yaşayışlarını hayata geçirme çabasında olarak, salih insanların yetişmesine vesile olmuştur. Tabii ki asıl dikkat edilmesi gereken nokta da budur. Yani Allah Rasûlünün hayatı, ahlâkı Kur'an'dır. Eğer bu minval üzere bir yaşayış varsa faydalı olacaktır. Aksi halde adına tasavvuf ya da tarikat da denmez ve insanları felakete götüren bir yol olur.
Maalesef tarih boyunca bu yolun sahteleri de ortaya çıkmıştır. Ama sahih olanları yani Kur'an ve Sünnet'e bağlı olup ilim ile irfanı birleştirerek devam ettirenler, gerçekten büyük başarılara imza atmıştır.
Bu minvalde doğru bir şekilde devam edenler olduğu gibi, ne yazık ki son yıllarda bu konuda da büyük sapmalar karşımıza çıkmaktadır. Ya gaflet ya da dalaletle tasavvufu berbad eden bir güruhla da karşı karşıyayız. İfrata varan ifadeler ve uydurmalarla iman ve İslâm'a zarar verenler görmekteyiz ki, işte bu müslümanların birliğine de zarar vermektedir. Bilelim ki, tasavvufu da gözden düşürmek, ancak düşmanların işine yarar. Zira bu da, Sünnet'e yapılan saldırının bir başka veçhesidir.
Tasavvufun çok çeşitli tarifleri yapılsa da, Allah Rasûlü Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin Ashab-ı Suffe'sinden gelen bir manâdır aslında. Ashab-ı Suffe diye meşhur olan o güzel sahabilerde tabii ki, Rasûlullah s.a.v. Efendimizin yaşayışları vardır. Her sahabi de aynen almıştır ama onlar tamamen kendilerini ilme vermiş insanlardır. Allah Rasûlü Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimizi, adım adım takip etmişler, mübarek dudaklarından dökülen incileri toplamışlar ve eşsiz haliyle hallenmeye gayret ederek, bizlere büyük bir miras bırakmışlardır. Bu yönüyle İslâm'ın en güzel şekilde yaşanması hedefi ortaya konmuştur.
Onlar ki, aç ve açık kalmışlar, ev - bark edinmemişlerdir. Allah Rasûlü Sallallahü Aleyhi ve Sellem, onları düşünerek her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlar ve onlara müjdeler vermişlerdir.
Orada ilim vardır. Nedir o? Kur'an ve Sünnet ilmi.
İşte tasavvuf da böyle bir arzu ve iştiyakın neticesinde ortaya çıkmıştır. O halde, bu hâl ve kâl ilmi olmadan, asla tasavvuf yaşanmış olamaz.
TASAVVUF NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?
Zaman geçtikçe halkın, daha doğrusu ilme vakti olmayan ya da başka dallarda kabiliyeti olan halkın, âlim ve ârif kişilere müracaat etmesi sonucu, onlara Rasûlullah s.a.v. Efendimizden ulaşan zikirler tavsiye edilmiş, nefsin istek ve arzularının durdurulmasına yönelik terbiye metodları aktarılmış, nefs-i mutmainne hatta daha ötesi nefs-i kâmileye ulaşmanın yolları gösterilmiştir. Bütün bunlar Kur'an ve Sünnet'e uygun olmuş ve tabii ki olmalıdır. Zira hepsinin aslı Kur'an ve Sünnet'te mevcuttur. Eğer onların dışında bir şey veriliyor/söyleniyorsa, asla kabul edilemez ve reddedilir, öyle de olmuştur. İşte tasavvuf terbiyesi, Sünnet terbiyesidir. Zaten Allah Rasûlünün ahlâkı/yaşayışı Kur'an'dır.
Çok acıdır ki, eskiden olduğu gibi günümüzde de onu şöhret, makam, şan, dünyalık elde etmek için kullananlar vardır. Bu, felâket bir durumdur.
Tasavvuf, kerametle anlatılamaz. Bu büyük bir yanlıştır. Eğer böyle gidiyor ve öne alınıyorsa, burada nefs devreye girmiş demektir. Keramet haktır. Eğer varsa bu, Allah'ın bir lûtfu olarak görülür ve asla nefis devreye girmez, üzerinde de durulmaz. Bunun da bir imtihan olduğu unutulmaz.
TASAVVUFUN GAYESİ
Tasavvuftaki asıl gaye, nefsi aşağılara indirmektir. Bütün âlim ve ârif kişiler böyle yetişmiştir. Alimlerin tasavvuf terbiyesi alanları, tevazuya bürünmüşler ve halkın irşadında çok büyük hizmetler ortaya koymuşlardır. İlimleri onları kibre götürmemiştir. Bu yönüyle tasavvuf terbiyesi, alimlere de ihtiyaç hissettirmiştir. Zira onda, edep önde tutulmuştur. Edep olmadan ilmin fayda sağlamayacağı, Yunus'un ifadesinde de yerini bulmuştur.
Tasavvuf rüyalar demek değildir. Bu da felâketlere yol açar. Salih kişilerin rüyası sadıktır ancak kendisini bağlar. Belki bir dostunu görür onun ikazını sağlar. Bu, herkeste de olabilir. Cenab-ı Hakk dilerse Firavn'un rüyasında olduğu gibi, ehl-i küfürde de zuhur ettirir. Dilerse Rabbimiz ona hidayet verdiği gibi, istediklerine de verir.
Tasavvuf, Kur'an ve Sünnet'e bağlı olarak Allah yoluna hizmeti amaçlar. Zaten İslâm da budur.
Bir kimse tasavvuf ehli olmak mecburiyetinde de değildir. İlmi olan ya da ehil alimlerle irtibatlı olarak İslâm'ı yaşayan nice güzel insanlar vardır. Ancak, ben bu konuda bir rehberden istifade edeyim, diye kişi ders alabilir, o meclislerde bulunarak bizzat terbiye metodunu görür uygular bu da, güzel arkadaşlar edinmesini ve yol almasını kolaylaştırır. Bu ise, bir öğretmenin talebesiyle bağı gibidir. Eğer bu bağda dünyalık ya da farklı menfaatler varsa, asla uygun değildir. Bu yönüyle gerçek mürşid-i kâmiller, hiç bir zaman kendilerine hizmet ve dünyalık beklemezler, daima da kendilerini eksik görürler.
TEVAZUDUR TASAVVUF
Tasavvuf tevazudur, yokluktur. İnceliktir, kibarlıktır, zerafettir, incitmemek ve hele hele çok zor olan incinmemektir.
İşte bu, İslâm Ahlâkıdır. En güzel örneği ise Rasûlullah s.a.v. Efendimizdir. Onu örnek almayan hiç bir yaşayış ve yol asla kabul edilemez. Tarikat, bu doğru yoldur. Gayrisi ise mahvoluştur.
Bilinmelidir ki; tarikatın gayesi, Şeriat'ı yaşamaktır. Şeriat yaşanmıyorsa ne tarikat, ne hakikat, ne de marifet olur!
Bid'at ve hurafelerle süslenmeye çalışılan tarikler asla İslâm’ın, Rasûlullah s.a.v. Efendimizin yolu olamaz. En güzel örneğin o Kâinatın Serveri olduğu, asla unutulmamalıdır.
Batıl gidişlerle yol almaya çalışanlar, İslâm'a da zarar verirler. Şu anda bunlar vardır maalesef ama düzgün bir itikad ve amelle giden ve kendilerini "hiç" eden güzel tarikat ve tabîleri de vardır.
GÖNÜL DOKTORLARI
Unutulmamalıdır ki; Abdülkadir-i Geylanî'ler, İmam-ı Rabbani'ler, Şah-ı Nakşibendî'ler, İmam-ı Gazali, Mevlana'lar, Yunus Emre'ler, Hacı Bayram-ı Velîler, Akşemseddin'ler, Aziz Mahmud Hüdai ve daha nice büyükler, bu yolun tadını almış ve insanlığa ulaştırmışlardır. Yüzbinleri, milyonları irşad etmişlerdir. Onların her biri, bir gönül doktorudur. Şimdi bu gönül doktorlarına çok ihtiyacımız vardır.
Tasavvuf, rabıtayı öne çıkarmak da değildir. Bunu bilmeden nice yanlışlara girmeye de gerek yoktur. Bir usulü, adabı vardır. Zaten tarikatta hemen de verilmez bu görev. O aslında, ihsan mertebesidir ki, kul, belirli merhalelerden sonra, "Allah'ı görüyormuşcasına" yaşar ki, aslolan da Hadis-i Şerifte (Müslim, İman 1,5) belirtilen bu mertebedir. Bunun için tasavvuf ya da tarikat da şart değildir. Nice kullar vardır ki, bu yola girmeden arzu edilen hali yaşar. Ama halkın genelinde, yukarda geçtiği üzere gerçek tarikat yani tasavvuf yolu, tebliğ ve irşad anlamında büyük başarılara vesile olmuştur. Bu, tarih boyunca da kendisini ispat etmiştir. O seçkin kullar, halka olduğu gibi, amirlere de yol göstermişler, devletlerin kuruluş ve fetihlerinde büyük başarılara vesile olmuşlardır.
SON SÖZ
O halde, her ilim dalı gibi tasavvuf ilmi de gereklidir. Boşuna çıkmamıştır. Ancak Kur'an ve Sünnet'e dayalı, Allah Rasûlü Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin Sünnetleriyle bezenmiş olarak, hayatın içerisinde olmalıdır. Bilinmelidir ki, tasavvuf terbiyesi almış âlimler, ârif olmuşlar ve iyi bir mürşid-i kâmil de olarak "Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve ben müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet 33) hakikatine ulaşmışlardır. İşte onun özünde Allah'a davet vardır. Onlar; "görüldüğü zaman Allah'ı hatırlatan kimselerdir." (Ahmed, VI, 409; İbn-i Mâce, Zühd, 4; Beyhakî, Şuab, XIII, 445/10596)
O halde, mürşid-i kâmillerin takvalı olup Ehl-i Sünnet alimi olması şarttır. Onlar talebelere ve halka herkesin durumuna göre öğretmenlik/muallimlik görevi ifa ederler. Uçurup kaçırılmayı sevmezler. İster hocam ister mürşidimiz desinler, aşırı söz ve davranışları sevmezler. Bunu sevenler asla ehil değildir.
Mürşid-i kâmilin, İslâmî ilimlerin her dalını okuması gerektiği gibi, nefis terbiyesi ile kalbin tasfiyesinde de başarı elde etmesi gerekir. Yani nefs-i kamileye ulaşması gerekir. Bunun yanında dünyevî ilimleri de almalıdır. Ayrıca bu konuda ehliyete ulaştığını, bizzat mürşid-i kâmili dile getirmiş olmalıdır. Bir mürşidi olmadan, ondan açık bir ifade olmadan, görev verilmeden ya da belirginleşmeden ortaya çıkanlar, Allah korusun sapar ve saptırırlar. Bid'atlere götürürler. Kendilerini öne çıkarırlar. Zaten ehil olanlar da asla, ben mürşid-i kâmilim demez. Hizmetkâr halinde ve tevazuda olurlar.
Tasavvufun muhafazası Şeriat'e uymakla gerçekleşir ve bu çok önemlidir. Şeriatsız tarikat ve tasavvuf asla olamaz. Düşmanlardan şeriatsız batıl şeylerle dolu tarikatlar meydana getirmeye çalışıyorlar. Bunalara da dikkat edilmelidir.
Onun için; tarikat şeriatin yoludur, denmiştir. Hakikat ve marifete de bu yolla erişilebilir. Yoksa sapkınlığa gider ve niceleri götürülür. Bu konudaki yanlışlar bertaraf edilmeli, gerekenler uyarılmalı ve birlik sağlanmalıdır. Çünkü bu güzel sonuç, Müslümanların hayrınadır. Bunu istemeyenlere de fırsat verilmemelidir.
Allah c.c. her türlü yanlış hal ve sözlerden cümlemizi muhafaza eylesin.
